Benim/Eser'im...
- liteart
- 13 Oca 2021
- 2 dakikada okunur
En büyük ablamın, okumayı sökmemden itibaren bana sürekli hikâye kitapları alması beni okumaya alıştırırken, onun kalın kalın romanlar okuması merakımı uyandırıyordu. Bu merakla ilkokul 3’te, ablamdan gizli gizli onun romanlarını okuyarak girmiştim edebiyatın içine. Kısacası, şu an içimde bulunan edebiyat ve yazma aşkının ilk kıvılcımını ablam bırakmıştı içime.
Aşk romanları, bilim kurgu romanları, aksiyon ve polisiye romanları okuyarak büyüdüm yıllarca, ta ki Sabahattin Ali ile tanışasıya kadar.
Ortaokulun sonunda, herkes gibi ‘‘Kürk Mantolu Madonna’’ romanıyla tanıdım Sabahattin Ali’yi ve ondan sonra hayatım tamamen değişti. Tam olarak beni onun eserlerine çeken neydi bilmiyorum ama eserlerinde sürekli benim memleketimden (Balıkesir ve ilçeleri) bahsetmesi, kendisinin de tıpkı benim gibi buralarda yaşamış olmasının da beni etkilediğini biliyorum. Yaşadığım yerin önceki hallerini hayal ede ede bitirirdim eserlerini.
Liseye başladığımda ise Sabahattin Ali’nin yanına Oğuz Atay da eklendi ve ikisi en sevdiğim yazarlar haline geldi. İkisi hakkında toplayabildiğim kadar eser toplamaya, ikisinin de tüm eserlerini sırayla almaya başladım sonra. Her ne kadar her tür kitapları okuyabilsem ve kitaplığımda bu nedenle her şey bulunsa da bu iki değerli yazarın kitapları her daim baş köşede durur, çünkü ikisinin de yeri bende bambaşka.
Sonralarında biraz değişiklik yapmaya karar vererek dünya klasiklerine de başladım. Zaten hep değişiklik olsun diyerek her tür kitaba aşina oldum.

Okuduğum kadar yazdım, yazdığım kadar çizimler yaptım. Yaşamımdaki her anı edebiyatla, sanatla değerlendirdim. Yalnız kalmayı sevdiğimden evde hep tek başıma durur, hiçbir yere gitmezdim. Böylece resimle ve yazıyla da kaynaştım.
Ne bakarak yaptığım çizimlerde ne de yazdığım şiirlerde, hikâyelerde iddialıyım. Sadece, bunları yapmanın değiştirdiği ve geliştirdiği bir bakış açım var. Edebiyatın da sanatın da gerçekten dünya görüşünü etkilediğini, insanca yaşamanın ve insan olmanın ne olduğunu öğrettiğini, içinde olanlar çok daha iyi biliyor.
Edebiyatın ve sanatın bize insan olmayı öğretmesi ilk olarak, okuduğumuz karakterlerin acısına üzülmekle, mutluluğuna sevinmekle başlıyor galiba. Kendi hayatımızın gerçeklerinden kaçarken ‘‘hayatın’’ gerçekleriyle karşılaştığımızdan duyarlılaşıyoruz. Bizim kendi hayatımızın dışında neler oluyor, kimlerin içinde nasıl kıyametler kopuyor bunları görüyoruz, anlıyoruz. Belki de birinde kendimizi buluyoruz.
Benim edebiyatla tanışmamı sağlayan ablam bana göre, benim duyarlılaşmamı da sağladı. Eğer sizin de hayatınızda bunu sağlayan, sağlamış insanlar (bu kişi siz bile olsanız) varsa ne mutlu. Yoksa da bu blog belki bakışınızı değiştirir :)
İnsan olmaktan bahsetmişken buraya, bakarak çizdiğim bir çizimi ve kendi yazdığım bir şiiri de eklemek istiyorum:

İSA
umutsuzluğun kıyısında büyümekti,
varoluşun acısıydı insan dediğimiz.
sahile vuran dalgaların sürekliliği gibi
yok oluşa sürüklenmekti her yaptığımız.
hiç durmadan, sertçe çarptığımız,
kıyısına kıyısına vurduğumuz
o sahildi kurtarıcımız,
kumunu umarsızca süpürdüğümüz.
ölümün varlığına karşı koymaktan
ve savaş açma isteğinden ibaretti,
insan denilen varlığın yaşama arzusu.
attığı her adımda duyduğu,
öfkenin başyapıtıydı o dipsiz korku.
esen poyrazın savurduğu yaprak gibi
dünyaydı öfkeyle savurduğu.
yaşlı bir aklın unuttuğu geçmişti,
aklı geçmişti unuttu, bir zaman
çarmıha gerilen İsa olduğunu.
İşte ben buyum. Şiirden, kitaptan, yazıdan, resimden kısacası sanattan kendine bir pay çıkaran, her durumda sanata sarılan Pınar Eser'im ve yukarıdaki şiir de galiba kendi çapında benim eserim :)
Comments